IMDB: 8,1 / 10
Tür:
Dram,
gerilim
Süre:
1 sa. 25 dk.
Renk: Siyah, beyaz
Yapım
yılı: 1966
Ülke: İsveç
Yönetmen:
Ingmar
Bergman
Oyuncular:
Liv Ullman,
Bibi Anderson
Favori diyalog (Quote of the film):
“Sence de insanın kendisinin aptal,
özensiz ve ikiyüzlü olmasına izin vermesi daha iyi değil midir?”
Selamlar!
İşte cuma akşamınız için harika bir film! Bu film bir Michael Jackson, bir Madonna, bir Cher gibi! Dönemini (1960'lar) aykırı çizgileriyle sallayan, çığır açan, hem reddedilen, hem sevilen, etkisi yıllar boyunca devam eden ve edecek olan bir başyapıt. İsveçli büyük yönetmen Ingmar Bergman'ın en önemli filmlerinden biri kabul edilen Persona, Oscar ödülü ile taçlandırılmış, sinema tarihine yeni bir ekol ve bakış açısı kazandırmıştır.
İşte cuma akşamınız için harika bir film! Bu film bir Michael Jackson, bir Madonna, bir Cher gibi! Dönemini (1960'lar) aykırı çizgileriyle sallayan, çığır açan, hem reddedilen, hem sevilen, etkisi yıllar boyunca devam eden ve edecek olan bir başyapıt. İsveçli büyük yönetmen Ingmar Bergman'ın en önemli filmlerinden biri kabul edilen Persona, Oscar ödülü ile taçlandırılmış, sinema tarihine yeni bir ekol ve bakış açısı kazandırmıştır.
Persona, son derece ağır, bilmece gibi,
üzerinde derin düşünülmesi, sindirilmesi gereken ve karakter betimlemeleriyle,
oyuncularıyla “vay be” dedirten türde bir filmdir. Filmi birkaç kere izlemeniz gerekebilir. Çünkü her izlediğinizde yeni bir bilmece
unsuru fark edeceksiniz; parçaları birleştirmeye başladığınızı göreceksiniz. Ben 3 kere izledim; birçok da yorum
okudum. “Cidden mi”, deyip tekrar
izledim. Sonuca da hala tam olarak ulaştığımı
düşünmüyorum açıkçası.
Persona, Bergman’ın psikolojiyi en çok
kullandığı, en karmaşık ve en soğuk filmidir.
Yüksek ihtimal de “ölmeden önce izlemeniz gereken 1000 film”
içerisindedir. Bakmadım ama kesin
öyledir:)
Film,
bir film şeridinin yanmasıyla başlar.
Daha sonra birbirinden ilgisiz ve rahatsız edici karelerle devam
eder. Burada, yönetmenin
amacı biraz ipucu vermek, biraz da bir film izlediğinizin ve kontrolün
onda olduğunu hatırlatmaktır. Mesela bir
karede yatan ve üşüyüp üzerini örtmeye çalışan bir çocuk göreceksiniz. Daha sonra çocuk birbiri içine geçen iki kadın
yüzünü dev bir ekrandan okşar. O çocuğu
filmin sonuna doğru bir fotoğrafta daha görecek olmanıza rağmen aslında filmin ana
unsurlarından biridir o çocuk.
Filmin konusuna geleyim:
Konu:
Elizabeth Vogler döneminin
ünlü bir tiyatro oyuncusudur. Evlidir ve
bir çocuğu vardır. Günün birinde oyununu sahnelerken birden gülmeye başlar; ardından sessizliğe bürünür ve herhangi bir psikolojik rahatsızlığı olmamasına
rağmen çevresiyle tüm ilişkisini keser.
Kocası, çareyi onu bir kliniğe yatırmakla arar. Doktoru, Vogler ile özel olarak ilgilenmesi
için Hemşire Alma’yı görevlendirir. Tedavi
doktorun önerisiyle, deniz kenarındaki kendi yazlık evinde sadece Vogler ve
Alma’nın izole bir biçimde yaşamasıyla devam edecektir. Vogler’in yazlıkta da devam eden sessizliği
Alma’ya cesaret verir ve kendi yaşam hikayesini Vogler’e anlatmaya
başlar. Ve zamanla iki kadın kendini ilginç bir
psikolojik oluşum içerisinde bulur.
Bilgi ve görüşler (SPOILER ALERT!! - Filmi izledikten sonra okumanızı öneririm!)
Filmde karmaşık bir anlatım
tarzı olduğunu söylesem şaşırmazsınız herhalde.
Kimi karelerde karakter kendini anlatırken, kimi karelerde yorum size bırakılıyor,
kimi karelerde de durumu dış ses anlatıyor.
Yönetmen bir film izlediğinizi
size sürekli olarak hatırlatmaya devam ediyor yani.
Bu noktada yönetmene ait önemli ve ilginç bir bilgiyi de paylaşmak isterim: Bu filme ilham verenin, Bergman’nın başından geçen bir hastalık olduğunu biliyor muydunuz?
Bergman,
1965 yılında bir kulak rahatsızlığı geçirir ve dinmeyen baş dönmeleri ile
mücadele eder. Doktoru başına bir bant
bağlayarak onu yatağına sabitler ve tavana çizdiği noktaya odaklatarak baş
dönmesini bu ilginç formülle geçirmeye çalışır.
Bergman tavandaki noktaya konsantre olmaya çalışırken, birden aklına birbirine
girmiş yüzler gelir. Bu yüzleri ayırt
ederek noktaya konsantre olmaya çalışır.
Bir gün hastane odasından dışarı bakarken bir hasta ile hemşirenin
bankta oturduğunu fark eder ve uzunca bir süre onları gözlemler. Böylece iç içe geçen yüzler, karakterler (persona)
ve hemşire-hasta ilişkisi, yeni filmi için bir temel oluşturuverir.
Bergman’ın
çoğu filminde kendi sorunlu çocukluğu ve 2.Dünya savaşı sonrası İsveç
bunalımından izler görülür. Bu nedenle
filmleri psikanalizle yorumlanmaya açıktır. Dolayısıyla filmin temelini
oluşturan Carl Gustav Jung’un “Persona Kavramı”ndan
size kısaca bahsetmem önemli bence. Sizi yormak istemem ama burada sadece bir film
çekilmemiş; felsefe, psikoloji, sosyoloji ve görsel sanatla bir denklem
oluşturulmuş. Persona kavramı özetimden
sonra yavaş yavaş “vayyyyy” seslerini duyacağımdan eminim.
Jung’un
persona kavramına göre hepimiz toplum içerisinde belirli maskeler altında kendi
öz benliğimizden farklı bir karakter sergileriz. Bu, başkalarının görmesine izin verdiğimiz
personadır. Yine de bizim bir
parçamızdır ama şekillenmiş olanıdır. Böylece
toplum içerisinde güvendeyizdir. Bir de
toplum tarafından dışlanmamak adına sakladığımız, bastırdığımız ve yüzleşmekten
kaçındığımız “öteki ben”-“alterego” muz vardır.
Çoğu insan (hatta bence hepimiz) kendi
öz personasıyla topluma gösterdiği personasını aynı kabul eder ve kendi
benliğinde kaybolur, boğulur. Buna Jung;
“Şişme (inflation)” der. Aslında Vogler’in yaşadığı da tam olarak
budur! Bir gün sahnede Vogler kendi kendine yabancılaştığını fark eder. Rol yapmaktan artık usanmıştır. Ve daha fazla yalan söylememek adına dış
dünyaya kendini bir anda tamamen kapatır ve susar.
Kadınların yüzlerinin birbirine karışması; yani sahte bir kimliğin bir diğerine dönüşümünü Bergman hep yakın yüz çekimiyle anlatır. Biraz rahatsız edici olsa da, gerçekten çok farklı. Neyse ki kadınlar güzel:) Ama düşününce bence en etkili anlatım şekli de bu. Sizi içine alıyor, bir taraftan da felsefi bir yaklaşımı var. Sürekli fiziksel temasta olan iki kadın... Bir süre sonra biri diğeri oluveriyor. Okuduğum yorumların birinde diyordu ki, sarıldıklarında birinin kafası diğerinin bedeninde, diğerinin kafası diğerinin bedeninde. Yani değişen ya da değişmek isteyen bedenler. Ayhan Sicimoğlu gibi yorum yapacağım ama “bakar mısınız?” Aslında yönetmen bunu sizin gözünüze sokuyor, marifet bunu sizin algılayabilmenizde... Bunu tabii ki ilk izlediğinizde anlayamıyorsunuz, çok da tuhaf geliyor. Ama size verdiğim bilgilerle gözünüzü kapatıp tekrar bir düşünün. Tam bir sanat değil de ne. Ve bu sanatın 1960'lı yıllarda yapılıyor olması...Gerçekten muhteşem.
Diğer bir nokta da; Vogler çoğu sanatçı gibi ego sahibidir, narsistir aslında. Dolayısıyla amaçladığı şeyi yapamaz; yani yalın ve saf olamaz. Alma’ya güler, içten içe onunla dalga geçer ve küçümser. Hatta dayanamaz bunu kocasına bir mektupla anlatır. Alma’yı tutarsız olarak anlatarak, kadının kendisine aşık olduğunu da yazar. Mektubu göndermesi için Alma’ya verir. Alma mektubu okur ve dehşete düşer. Belki de Vogler Alma’nın okumasını da istemiş olabilir çünkü mektup zarfını kapatmaz.
Kadınların yüzlerinin birbirine karışması; yani sahte bir kimliğin bir diğerine dönüşümünü Bergman hep yakın yüz çekimiyle anlatır. Biraz rahatsız edici olsa da, gerçekten çok farklı. Neyse ki kadınlar güzel:) Ama düşününce bence en etkili anlatım şekli de bu. Sizi içine alıyor, bir taraftan da felsefi bir yaklaşımı var. Sürekli fiziksel temasta olan iki kadın... Bir süre sonra biri diğeri oluveriyor. Okuduğum yorumların birinde diyordu ki, sarıldıklarında birinin kafası diğerinin bedeninde, diğerinin kafası diğerinin bedeninde. Yani değişen ya da değişmek isteyen bedenler. Ayhan Sicimoğlu gibi yorum yapacağım ama “bakar mısınız?” Aslında yönetmen bunu sizin gözünüze sokuyor, marifet bunu sizin algılayabilmenizde... Bunu tabii ki ilk izlediğinizde anlayamıyorsunuz, çok da tuhaf geliyor. Ama size verdiğim bilgilerle gözünüzü kapatıp tekrar bir düşünün. Tam bir sanat değil de ne. Ve bu sanatın 1960'lı yıllarda yapılıyor olması...Gerçekten muhteşem.
Diğer bir nokta da; Vogler çoğu sanatçı gibi ego sahibidir, narsistir aslında. Dolayısıyla amaçladığı şeyi yapamaz; yani yalın ve saf olamaz. Alma’ya güler, içten içe onunla dalga geçer ve küçümser. Hatta dayanamaz bunu kocasına bir mektupla anlatır. Alma’yı tutarsız olarak anlatarak, kadının kendisine aşık olduğunu da yazar. Mektubu göndermesi için Alma’ya verir. Alma mektubu okur ve dehşete düşer. Belki de Vogler Alma’nın okumasını da istemiş olabilir çünkü mektup zarfını kapatmaz.
Alma, sırlarını tüm saflığıyla paylaşırken aslında küçümsendiğini
anlar. Kırılır, korkar ve saldırıya
geçer. Bu noktada yönetmen, film izlediğimizi
bize yine hatırlatarak film şeridini yeniden yakar:) Ya da
belki de bir uyanışı simgelemek de istemiş olabilir. Seçim sizdeJ Alma bu durum karşısında önce fiziksel acı vermek ister; ardından
rüyasında Vogler’in yerine geçerek kocasıyla ilişki kurar. Vogler ile aynı olamayacağını anlar ve eski
benliğine bürünmeye çalışır ama maalesef kendi gerçekliğini de kaybeder ve
kaybolur. Vogler gibi giyinmeye başlar. Bir şekilde intikam da alır olur şöyle ki;
Vogler aslında hiçbir zaman personasına ulaşamayacağını anlamış olur. Alma ile birlikteyken de aslında maske
taktığını fark eder.
Vee filmin sonunda bir gerçek ortaya çıkar. Vogler çocuğunu yine toplum için doğurmuştur. Bunu aslında günümüzde de çokça görmüyor muyuz? :) Neyse, çocuk doğduktan sonra da yükü kaldıramaz. O, çocuktan ne kadar nefret ediyorsa, çocuk da annesini o kadar seviyordur. Vogler, yapmacık davranış ve sevgisinin sonucunda da artık dayanamaz ve bu hale gelir.
Bu konuyu Vogler'in yüzüne vururken, Alma gerçekte onun gibi olmadığını anlar. Burada kadınların acı yüzleri birleşir. Birisi mecburiyetten istemediği çocuğunu aldırmışken, birisi de aslında hiç sevmeyeceği bir çocuğu toplum için doğurmuştur. İki kadın bir şekilde aynı kaderi paylaşmıştır.
Alma hemşire üniformasını tekrar giyer ve Vogler’e kanını içirir. Evet, bu garip ve iğrenç biliyorumJ Ama düşününce aralarındaki bağ daima sürsün diye yapmış olabilir. Ya da tam tersi kadından sonsuza kadar kurtuluyor ve bu şekilde rahatlıyor da olabilir. Bir sonraki sahnede hayali bir hastane odasında Vogler’e hükmettiğini görüyoruz. Böylelikle onun kontrolü ele geçirmiş olduğu da anlatılmak istenmiş olabilir. Seçim yine sizdeJ
Vee filmin sonunda bir gerçek ortaya çıkar. Vogler çocuğunu yine toplum için doğurmuştur. Bunu aslında günümüzde de çokça görmüyor muyuz? :) Neyse, çocuk doğduktan sonra da yükü kaldıramaz. O, çocuktan ne kadar nefret ediyorsa, çocuk da annesini o kadar seviyordur. Vogler, yapmacık davranış ve sevgisinin sonucunda da artık dayanamaz ve bu hale gelir.
Bu konuyu Vogler'in yüzüne vururken, Alma gerçekte onun gibi olmadığını anlar. Burada kadınların acı yüzleri birleşir. Birisi mecburiyetten istemediği çocuğunu aldırmışken, birisi de aslında hiç sevmeyeceği bir çocuğu toplum için doğurmuştur. İki kadın bir şekilde aynı kaderi paylaşmıştır.
Alma hemşire üniformasını tekrar giyer ve Vogler’e kanını içirir. Evet, bu garip ve iğrenç biliyorumJ Ama düşününce aralarındaki bağ daima sürsün diye yapmış olabilir. Ya da tam tersi kadından sonsuza kadar kurtuluyor ve bu şekilde rahatlıyor da olabilir. Bir sonraki sahnede hayali bir hastane odasında Vogler’e hükmettiğini görüyoruz. Böylelikle onun kontrolü ele geçirmiş olduğu da anlatılmak istenmiş olabilir. Seçim yine sizdeJ
Film
yine yanan bir film şeridi ile sona erer.
(Huhuu film seyrediyorsunuz ;))
Kadınlar
güzel demiştim hatırlarsanızJ Ama
başroldeki kadınlardan biri; Liv Ullman, Bergman’ın ilham perisi ve çocuğunun
annesidir. Tam 9 filminde de oynamıştır.
Filmden şöyle bir çıkarımım oldu:
Filmden şöyle bir çıkarımım oldu:
Herkesin bir şekilde
kaybolmak istediği dönemler olabilir.
Ama Bergman bu işi çözmüş gibi görünüyor. Filmi izleyenler hatırlayacak, Vogler için
zaman sadece hastane odasında klasik müzik dinlediğinde duruyor ve sadece o zaman dinginleşiyor. Klasik müzik… Saflığın, duruluğun melodi
bulmuş hali... Tavsiye ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder