IMDB:
7,9 / 10
Tür:
Korku
Süre:
100 dk.
Renk:
Siyah, beyaz
Yapım
yılı: 1961
Ülke: İngiltere
Yönetmen:
Jack Clayton
Oyuncular:
Deborah Kerr, Martin
Stephens, Pamela Franklin, Megs Jenkins, Michael Redgrave.
Favori Diyalog (Quote of the film):
“Oh
bak, çok tatlı bir örümcek ve bir kelebek yiyor”
Selamlar!
Bu filmimizde de mum ışığında karanlık malikânede gezinti çokça mevcut.
Şato ve malikânelerde geçen filmlere bayılırım, hele bir de konu ve oyuncular iyiyse tadından yenmez. Bu filmimiz de öyle olmasına rağmen, o yıllarda maalesef hak ettiği övgüyü alamamıştır. Bu konuyu aşağıda birazdan açacağım. Ama önce konu:)
Konu:
Film Kraliçe
Victoria dönemi İngiltere’sinde geçmekte.
Yani kabarık eteklerin ve kadınların saçlarındaki topuzların ve
şapkaların eksik olmadığı muhteşem dönem:)
Selamlar!
İşte en sevdiğim filmlerden biri. Hollywood yönetmenleri
de çok sevmiş olmalı ki Nicole Kidman’ın filmi olan “Others (Diğerleri)” bu
filmden öykünmüştür. Film, aynı zamanda
Martin Scorsee’nin de en iyi bulduğu 11 korku filmleri arasındadır. Hatırlarsanız “Diğerleri” atmosfer itibariyle
son derece bunaltıcı, karanlık ve mistiktir.
Ve tabi ürkütücü.
Bu filmimizde de mum ışığında karanlık malikânede gezinti çokça mevcut.
Şato ve malikânelerde geçen filmlere bayılırım, hele bir de konu ve oyuncular iyiyse tadından yenmez. Bu filmimiz de öyle olmasına rağmen, o yıllarda maalesef hak ettiği övgüyü alamamıştır. Bu konuyu aşağıda birazdan açacağım. Ama önce konu:)
Miles
ve Flora öksüz ve yetim kalmış iki kardeştir. Tek akrabaları ise oldukça
varlıklı olan amcalarıdır. Gezmeyi seven;
düzenli bir ev hayatı olmayan aristokrat amca, çareyi çocukların tüm bakımını
üstlenecek bir dadı aramakta bulur. Bu
esnada gelişimlerine daha uygun bulduğu için çocukları Bly adında ıssız bir
köyde bulunan malikânesine yerleştirir. Flora
malikânede yaşarken; Miles ise şehirde yatılı okula devam etmektedir. Malikânede sadece baş kâhya Grose,
temizlikçiler ve aşçı bulunmaktadır.
Bayan
Giddens’ın dadı olarak ilk işi olacak olmasına rağmen,
başvuru mektubu ve kadının kendisinden de etkilenmesiyle, amca görevi
hemen ona verir ve hiçbir konuda ona danışmadan ve rahatsız etmeden inisiyatif alarak
ilerlemesini ister.
Giddens
eve yerleştikten sonra eski dadı Jessel’in intihar ederek öldüğünü
öğrenir. Öğrendiği sırlar bununla da
kalmaz. Jessel’in evin uşağı Quins ile
ilişkisi vardır. Quint, Jessel’in ölümünden
önce; bir gece, kaza sonucu ölmüştür.
Giddens zamanla çocuklarda da bir gariplik fark etmeye başlar. İkisi de yaşına göre oldukça olgun ve birbirlerine çok yakındır. Sürekli fısıldaşır ve birlikte vakit geçirirler.
Giddens zamanla çocuklarda da bir gariplik fark etmeye başlar. İkisi de yaşına göre oldukça olgun ve birbirlerine çok yakındır. Sürekli fısıldaşır ve birlikte vakit geçirirler.
Çok
geçmeden Giddens malikânede kadın sesleri duymaya başlar. Bir süre sonra da Jessel ve Quins’in
hayaletlerini görmeye başlar. Giddens,
Kâhya Grose’tan bu çifte dair bilgiler elde ettikçe, çiftin amacının çocukların
bedenini ele geçirerek yeniden birlikte olmaya çalıştığını anlar ve çocuklar
için mücadele etmeye başlar. Çocuklar
ise ısrarla hiçbir şeyden haberi olmadıklarını söyleyerek; hayaletlerin
varlığını görüyor gibi olmalarına rağmen gelişmeleri sürekli inkâr eder.
Çocuklar
gerçekten masum mudur? Yoksa her şeyin farkında olup ruh ve bedenlerinin ele
geçirilmesine izin mi vermektedir? İşte
izlerken kendinize sormanız gereken kilit sorular.
Bilgi ve görüşler
(SPOILER ALERT!! – Filmi izledikten sonra okumanızı öneririm!)
Film, ufak Flora’nın acıklı “yalnızlık ve ölüm” temalı bir şarkı söylemesiyle
başlayıp sizi daha baştan içine alır.
Ardından mis gibi kuş sesleriyle dua eden ve ağlayan bir kadının
ellerini görürsünüz. Huzur ve acı bir
arada...
Bayan
Giddens’ın başvuru mektubunda amcayı etkileyen cümlesi ise “Çocukları her
şeyden çok severim” olmuştur hatırlarsanız.
Giddens neden çocukları her şeyden çok sever sizce? Çünkü çocuklar “masumiyettir” , kirlenmemiş,
saf varlıklardır. Tıpkı Giddens’ın olmak
ve oldurmak istediği gibi.
Malikâneye
girer girmez Giddens eve âşık olur. Evin
her yanına vazolarca bezenmiş 'beyaz güller' e koşar önce. Beyaz gül neyi simgeler peki? Beyaz gül Viktorya döneminde, el değmemiş
güzellik, saflık, “masumiyet” anlamlarını sembolize eder.
Peki,
Giddens kimdir? Sadece kadının koyu bir Katolik olduğunu, bir papazın kızı
olduğunu ve daha önce hiç mürebbiyelik-dadı tecrübesi olmadığını biliyoruz. Bu
kadın-orta yaşlı bir kadın- daha önce ne yapmıştır? Neden çocuk konusu bu
derece takıntıdır kendisinde? Daha bunun
gibi milyonlarca soru çıkarabiliriz kendisine dair. Ama özellikle malikâneye girdiği anda geçmişi
neden sürekli sorgular, neden sürekli eski dadıyı öğrenmek ister?
Biraz yazarımız Henry James’ten de bahsetmek gerekebilir. Metodu ve stili ile aslında ilginç bir yazardır kendisi. (Bu amca mı diyorsunuz değil miJ) 20.yüzyılın “bilinçakışı-stream of consciousness” hareketinin öncü yazarlarından biridir. Bu metodu kullanan bir yazar; karakterden kendini çeker, yani karakter düzensiz ve süssüz iç konuşmalarıyla duygu ve düşüncelerini bize yansıtır. Neyse o şekliyle söyler; açıklamaz. Dolayısıyla böyle bir romanın tonu yalındır ama kurgusu konu endişesi olmadığı için son derece karışıktır. İşte sevgili Truman Capote’mizin de zorlandığı nokta bu olmuştur:)
Capote’ya romanı senaryolaştırma teklifi gittiğinde, romanı okumadan hemen kabul eder. Romanı okuduğunda ise hayatının şokunu yaşadığını söyler. Capote’ya göre Henry James fantastik bir kurnazlık katmıştır romanına: kitapta konu yoktur! Olaylar sadece gelişir ve akar. Tüm romanda karakterler tarafından sahne edilebilecek sadece 2 bölüm bulunmaktadır. Capote’ya göre bu ufak bir çocuğun parmaklarıyla avucundaki suyun dökülmemesini sağlamasıdır- yani bir mucizedir. Dolayısıyla romanın sahneye etkili bir şekilde aktarılması için Capote’nin senaryoya konu, karakter ve daha fazla sahne katması gerekmiştir. Bu da, böyle bir teknikte yazılmış bir roman için orijinalliğini bozmadan üstün bir zekâ gerektirir aslında. Ve gerçekten de filmin diyalogları ile muhteşem bir bilinmezlik örgüsü yaratır!
Öyle ya da böyle film klasik bir hayalet filmi değil, izleyiciyi, kafasında sürekli bir soru işareti ile heyecanlandıran ve yorumu hayal gücüne bırakan, alışılmışın dışında bir korku filmidir aslında.
İlginç bir bilgiyi de eklemek isterim dostlar. Aslında bu filmin bir de tamamlayıcısı vardır: "The Nightcomers (1971) – Gece gelenler". Bu film ise yeni dadı Giddens’tan önceki öyküyü anlatır bize. Bir sıralama isterseniz, önce Masumlarla, ardından da bu filmle devam edebilirsiniz. Nightcomers’ın oyuncu kadrosundan bir ismi söyleyerek de sizi heyecanlandırmak isterim: Baba filminden hatırlayacağınız Marlon Brando!
Giddens güllere saldırır ve yapraklarını
dağıtır. Bana kalırsa Giddens koyu
Katolik bir kadın olduğu için eline erkek eli değmemiş, kendini erkeklerden
sakınmış bir kadın. Saflık onda bir
takıntıdır.
Aslında
kâhya Grose da ilginç bir detay veriverir:) Giddens’a iltifat etmeye çalışırken birden: “Efendimiz genelde burada
çalışması için kendi gibi hep ilginç tipleri seçer” der. Aslında Giddens’ın tıpkı önceki dadı Jessel
ve kâhya Quins gibi normal olmadığına dair içgüdüsel bir göndermedir bu bence.
Giddens
ilk günden itibaren rahatsız edici bir şekilde çocukları izler ve onları
sürekli sorularıyla boğar. Giddens için
saflığın simgesi olarak kabul ettiği çocuk kalıbı, bu çocuklara hiç
uymamaktadır. Çocukların ikisi de
olgundur; çocuksu yanlarının yanında bir
yetişkin gibi iltifat etmesini hatta küfretmesini de bilirler. Kadın çocukların ruhlarının Quins ve Jessel
tarafından ele geçirildiği düşüncesinden sıyrılamaz. Bana göre, Grose’un anlattıklarını takip
ettikçe bu durumun açıklaması da makuldur.
Çocuklar bir anne-baba şefkatine aç olduğu için zamanında onlarla
ilgilenen Jessel ve Quins ile çok vakit geçirir ve ister istemez tutumları da
bir yetişkin gibi olur. Miles film
boyunca Giddens’a bir yetişkin edasıyla iltifat eder. Kadın
bundan rahatsız olmuş gibi gözükse de (çünkü Miles içinde Quins’in barındığını
düşünür), bu iltifat bir çocuk bedeninden geldiği için kendini güvende hisseder
ve hatta bence hoşuna da gider.
Hatırlayın; Miles ona iyi geceler deyip dudağından uzunca öper. Kadın irkilir gibi görünür. Filmin sonundan da hatırlayacağınız gibi,
aslında (bence) bakire olan Giddens bundan son derece hoşlanmıştır. Öyle ki ölü Miles’ a bu şekilde veda
eder. Aslında Miles’ın bu tavrının da
açıklaması son derece net. Grose, Jessel
ile Quins’in ilişkilerini hiç sakınmadan çocukların önünde bile yaşadıklarını
utanarak itiraf eder. Buradan çocukların
bu çiftin öpüştüğüne çokça şahit olduğunu düşünebiliriz. Ve bir adama hayran olan çocuk aklıyla; Miles
için bu hareket, cinsellikten ziyade sevdiğin ve beğendiğin insana karşı
gösterdiğin bir jesttir aslında.
Bana
göre (diyeceğim çünkü siz başka şekilde düşünebilirsiniz): Zamanla çocuklar
Giddens’ın deli olduğunu fark eder aslında.
Birbirleriyle sürekli fısıldaşmaları da bu nedenledir. Hatta Giddens’a eğlenmek için oyun bile
oynarlar hatırlarsanız. Miles’ın
pencereden yukarı baktığı sahneyi hatırlayın.
Bu olay Giddens’ın elini güçlendirir.
Miles’ın Quins’in hayaletini gerçekten gördüğünü ve sakladığına dair
kendince emin olur. Ama çocukların
sorulara verdiği cevaplar aslında ne kadar da ustacadır (Capote’nin sihri)
Çünkü yine her iki tarafa da çekebilirsiniz.
(Giddens’ın hayal ürünü vs. Çocukların ele geçirilmiş ruhları)
Flora, Miles’a göre daha hassas ve zayıf olduğundan Giddens’ın itiraf ettirme baskılarına dayanamaz. Miles ise daha güçlü bir çocuktur. Kadını tiye alarak baskılarını örtbas etmeyi çoğu zaman başarır. Filmin sonunda ise artık dayanamaz ve kadının suratına onun deli olduğunu haykırır. Ama Miles her şeye rağmen yine de masum ve zayıf bir çocuktur. Bence Giddens’ın ısrarcı tutumu çocuğun sonunda korkudan ölmesine yol açar. (Bu arada çocuk gerçekten muhteşem bir oyunculuk sergiler) Çocuğun Quins’in adını ilk defa haykırdıktan sonra ölmesi, adamın çocuğun bedenini terk ederken ruhunu da alıp gitmesi olarak da algılanabilir.
Kâhya Grose olanlara engel olabilirdi, neden sürekli dadıyı destekledi diye düşünebilirsiniz. Grose, deneyimli bir kâhya olsa da son derece cahil ve etki altında kalan bir kadındır. Diyaloglarına dikkat ederseniz, her ne kadar Giddens’a destek oluyormuş gibi görünse de aslında Grose başından beri çocukların masumiyetine ve onların tüm söylediklerine inanır ve bu şekilde de ifade eder film boyunca.
Flora, Miles’a göre daha hassas ve zayıf olduğundan Giddens’ın itiraf ettirme baskılarına dayanamaz. Miles ise daha güçlü bir çocuktur. Kadını tiye alarak baskılarını örtbas etmeyi çoğu zaman başarır. Filmin sonunda ise artık dayanamaz ve kadının suratına onun deli olduğunu haykırır. Ama Miles her şeye rağmen yine de masum ve zayıf bir çocuktur. Bence Giddens’ın ısrarcı tutumu çocuğun sonunda korkudan ölmesine yol açar. (Bu arada çocuk gerçekten muhteşem bir oyunculuk sergiler) Çocuğun Quins’in adını ilk defa haykırdıktan sonra ölmesi, adamın çocuğun bedenini terk ederken ruhunu da alıp gitmesi olarak da algılanabilir.
Kâhya Grose olanlara engel olabilirdi, neden sürekli dadıyı destekledi diye düşünebilirsiniz. Grose, deneyimli bir kâhya olsa da son derece cahil ve etki altında kalan bir kadındır. Diyaloglarına dikkat ederseniz, her ne kadar Giddens’a destek oluyormuş gibi görünse de aslında Grose başından beri çocukların masumiyetine ve onların tüm söylediklerine inanır ve bu şekilde de ifade eder film boyunca.
Bu
filmde sanat kesinlikle diyaloglarda yatıyor...Diyaloglar
o kadar ustaca işlenmiştir ki film size hiçbir renk vermez. Çocuklar gerçekten ele mi geçiriliyor? Yoksa
Giddens tüm bunları kurguluyor mu?
Çekimler
de, o döneme göre yine farklı ve ustaca geçişler barındırıyor. Deborah
Kerr (başrol oyuncumuz) ve çocuk oyuncuların performansı gerçekten çok
etkileyici. Fakat ilginçtir ki; bence bu
filmin yıldızı olan Miles karakterini canlandıran minik aktörümüz Martin
Stephen, bu filmden sonra oyunculuğu bırakmış ve ileride bir mimar olmuştur. Flora karakterini canlandıran Pamela Franklin
ise “Nanny-Dadı (1965)” gibi ünlü filmlerle yine karşımıza çıkmaya devam
etmiştir.
Bir
1898 Henry James romanı olan “Masumlar”,
bu yıldan itibaren defalarca tiyatroya, televizyona, sinemaya, bale ve operaya bile uyarlanmıştır. Hatta bir TV uyarlamasında ünlü oyuncu Ingrid
Bergman oynamıştır(1959). Ama hiçbirisi
1961 yılında usta yönetmen Jack Clayton’ın yönetmenliğinde beyaz perdeye
aktarılması kadar etkileyici ve gerçek bir korku-gerilim tadında olamamıştır.
Filmin
senaryosu Truman Capote (Audrey
Hepburn’un meşhur filmi Breakfast at Tiffany’s’in – Çılgınlar Kraliçesi -yazarı)
ve Edgar Award’a ait.
Biraz yazarımız Henry James’ten de bahsetmek gerekebilir. Metodu ve stili ile aslında ilginç bir yazardır kendisi. (Bu amca mı diyorsunuz değil miJ) 20.yüzyılın “bilinçakışı-stream of consciousness” hareketinin öncü yazarlarından biridir. Bu metodu kullanan bir yazar; karakterden kendini çeker, yani karakter düzensiz ve süssüz iç konuşmalarıyla duygu ve düşüncelerini bize yansıtır. Neyse o şekliyle söyler; açıklamaz. Dolayısıyla böyle bir romanın tonu yalındır ama kurgusu konu endişesi olmadığı için son derece karışıktır. İşte sevgili Truman Capote’mizin de zorlandığı nokta bu olmuştur:)
Capote’ya romanı senaryolaştırma teklifi gittiğinde, romanı okumadan hemen kabul eder. Romanı okuduğunda ise hayatının şokunu yaşadığını söyler. Capote’ya göre Henry James fantastik bir kurnazlık katmıştır romanına: kitapta konu yoktur! Olaylar sadece gelişir ve akar. Tüm romanda karakterler tarafından sahne edilebilecek sadece 2 bölüm bulunmaktadır. Capote’ya göre bu ufak bir çocuğun parmaklarıyla avucundaki suyun dökülmemesini sağlamasıdır- yani bir mucizedir. Dolayısıyla romanın sahneye etkili bir şekilde aktarılması için Capote’nin senaryoya konu, karakter ve daha fazla sahne katması gerekmiştir. Bu da, böyle bir teknikte yazılmış bir roman için orijinalliğini bozmadan üstün bir zekâ gerektirir aslında. Ve gerçekten de filmin diyalogları ile muhteşem bir bilinmezlik örgüsü yaratır!
Deborah
Kerr bir röportajında rolü için yönetmenin ondan kesinlikle “mantıklı” (İngilizce
“sane”, “insane” i biliyorsunuz deli anlamında kullanırız) bir görüntü
çizmesini istediğini söylemiştir. Romanı
detaylı bir şekilde okuyan Deborah’a göre kadın gerçekten de mantıklı ve
davasında haklıdır. Deborah ne düşünürse
düşünsün, filmin sonu size ait dostlar.
Film
“En iyi İngiliz Filmi ve En İyi Uyarlama Senaryo” dallarında Bafta ödülü almıştır. Yönetmen Jack Clayton’a ise en iyi yönetmen
dalında “National Board of Review” ödülünü kazandırmıştır. Jack Clayton’a göre film özellikle
sinematografi dalında bir başyapıttır.
Fakat film box office’te beklediği başarıyı elde edemez. Oscar’a aday bile gösterilmez…Bunun
nedeni aslında çok ilginç ve oldukça mantıklıdır. Henry James denilince insanların aklına
mistik ve sonu net olmayan kurgu romanlar gelir. Okuduktan sonra üzerinde uzun zaman
düşündüğün ve zamanla sonuçlandırabildiğin.
Oysaki film usta ve sihirli diyaloglarına rağmen, Deborah Kerr’in özenle
altını çizdiği “mantıksallık” yüzünden belki de, kesin bir sonuç
göstermektedir: O da, çocukların ruhlarının kötü ruhlar tarafından kullanıldığı. Deborah Kerr’e göre ise Masumlar dönemine
fazla gelen bir filmdir. Kendi biyografisinde
bu filme hak ettiği değeri yeni neslin verdiğini belirtmiştir. Kerr’e göre insanları rahatsız eden, ruhsal
ve gerçek dünyanın birbirine bu kadar yakın resmedilmesi ve garip bir
ürkütücülüğünün olmasıdır. İnsanlar buna
nasıl tepki vermesi gerektiğini bilememiştir.
Hâlbuki orijinal tekniklerle (bazı sahnelerde ekranın kenarlarının bir
camdan bakıyor izlenimi yaratması için flulaştırılması) bu iki dünya incelikle
resmedilmiştir.
Bana
göre ise film, o dönem izleyiciden çok şey beklediği ve izleyiciyi yorduğu için
beklediği ve hak ettiği başarıyı alamamış gibi geliyor. Film sizden sürekli hayal gücünüzü
kullanmayı, diyalogları kesintisiz takip etmenizi ve sürekli sorgulamanızı
bekliyor. Öyle ya da böyle film klasik bir hayalet filmi değil, izleyiciyi, kafasında sürekli bir soru işareti ile heyecanlandıran ve yorumu hayal gücüne bırakan, alışılmışın dışında bir korku filmidir aslında.
İlginç bir bilgiyi de eklemek isterim dostlar. Aslında bu filmin bir de tamamlayıcısı vardır: "The Nightcomers (1971) – Gece gelenler". Bu film ise yeni dadı Giddens’tan önceki öyküyü anlatır bize. Bir sıralama isterseniz, önce Masumlarla, ardından da bu filmle devam edebilirsiniz. Nightcomers’ın oyuncu kadrosundan bir ismi söyleyerek de sizi heyecanlandırmak isterim: Baba filminden hatırlayacağınız Marlon Brando!
Şimdiden o film için de size iyi
seyirler dilerim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder