28 Aralık 2017 Perşembe

BEKLENMEYEN MİSAFİR

 
Orijinal film adı: Guess who is coming to dinner

IMDB: 7,8 / 10

Tür: Komedi, Dram
Süre: 1 sa. 48 dk.

Renk: Renkli
 
Yapım yılı: 1967
 
Ülke: ABD

Yönetmen: Stanley Kramer

Oyuncular: Spencer Tracy, Sidney Poitier, Katharine Hepburn, Katharine Houghton





Favori diyalog (Quote of the film):















Selamlar!

“Beklenmeyen Misafir” özlediğimiz insan ilişkilerinin içtenlikle beyaz perdeye yansıtıldığı sımsıcak, yumuşacık, bütünleştirici bir film… İzlerken ailenin tatlılığı, insanların ve evlerinin de güzelliğiyle içinizi açan bu muhteşem film, bu zor günlerimizde bize hayatın aslında ne kadar güzelliklerle dolu olduğunu hatırlıyor. 
Hayat boyu aşk yaşayan 4 Oscar ödüllü Katherine Hepburn ve usta aktör Oscar ödüllü Spencer Tracy’nin bu son filmleri tam 10 dalda Oscar'a aday gösterilmiştir.   “En iyi kadın oyuncu” (Katharine Hepburn) ve “En iyi özgün senaryo” dallarında da bu ödülü almıştır. Ayrıca Katharine Hepburn ve Spencer Tracy BAFTA ödüllerini de almıştır. Film 8 dalda da Altın Küre'ye aday gösterilmiştir.
Olmazsa olmaz listemdeki bu eşsiz film ve oyuncularına dair anlatacak o kadar çok şey var ki; ama önce konu:
Konu:
Film, ırkçılık sorununun henüz tam olarak çözülmediği 60’lı yıllarda geçer.  The Guardian gazetesinin editör ve yayıncısı Matt Drayton ve sanat galerisi sahibi Christina Drayton San Fransisco’da yaşayan yüksek gelirli ve liberal görüşlü bir ailedir.  Çiftin bir kızları vardır; Joey.  Joey, ailesi gibi açık fikirli, hoşgörülü ve liberal yetiştirilmiştir.  Öyle ki, Hawaii seyahatinden dönen Joey, ailesine bomba haberi verir: Nişanlanmıştır!  Nişanlısı itibarlı bir tıp doktorudur ve birkçok ülkeyi kapsayan yoğun bir iş programı vardır.  Ama esas bomba bu değildir, nişanlısı Dr.John Prentice bir siyahidir! Drayton çifti bu şoku atlatamamışken, Joey bir de, John ve ailesini akşam yemeğine davet eder.  Drayton çiftinin liberal görüşleri büyük bir sınavdan geçecektir şimdiJ Diğer yandan, oğullarının nişanlısının “beyaz” olduğundan habersiz Los Angeles’ta yaşayan Prentice çifti, büyük bir mutlulukla aynı güne uçak biletlerini alır müstakbel gelinleri ve ailesiyle tanışmak için.  Başından beri kızına destek olan Christina, akşamki olası gerginliği yumuşatması için aile dostları din adamı Monsenyör Ryan’ı da yemeğe davet eder.  Sonrası ise komedi ile içice geçmiş gerçekçi bir dram ve görsel şölendir.  Bu iki aile bu iki gencimizi ailelerine kabul edebilecek midir?  Gerçekten zevkle izleyebilirsiniz.

 

Bilgi ve yorumlar (SPOILER ALERT – Filmi izledikten sonra okumanızı öneririm!)
Hollywood’un efsane aşk hikâyeleri vardır.  Siz de bu çiftleri yan yana görmekten büyük bir keyif alırsınız.  İşte iki dev oyuncu Katharine Hepburn ve Spencer Tracy’nin aşkı da Hollywood’da bir efsane olmuştur.  Bu aşk ikilinin birlikte olan ilk filmi 1942 yılında “Yılın Kadını (Woman of the Year)” ile başlar.  Spencer’ın 1967 yılında vefatına kadar 25 yıl boyunca da devam eder. 
Katharine Hepburn’dan detaylıca bahsetmezsem kendimi gerçekten çok kötü hissederim.  Hollywood’da “entelektüellik” ve “kadın”lığı yan yana getiren belki de ilk kadın oyuncudur Hepburn.  Güçlü, çağdaş ve sağlam karakteri ile Hepburn, Hollywood’un en altın çağında diğer kadın oyunculardan keskin bir çizgi ile ayrılır.  Feminist bir annenin kızıdır ve annesinin yolundan da hayatı boyunca asla yaşmamıştır.  Erkek egemenliğinin yoğun olduğu bir dönemde değer yargı ve inançlarından hiçbir ödün vermeden sağlam durmayı başarabilmiştir.  96 yaşında vefat eden Hepburn 12 kez Oscar’a aday gösterilip 4’ünü kazanarak bir rekora da imza atmıştır.  Hepburn hep “kendi gibi” olmuştur.  Kendi ücretini kendi belirler, toplum içine çıkmaktan rahatsız olmaz, parasız röportaj vermez, özel hayatından asla bahsetmez ve hayranları ile mesafeli bir ilişki kurar.  Bu tutum size Türk sinemasından birini hatırlatıyor mu? Hani kendi “kuralları” olan birini :D  Hepburn gerçekten eşsizdir.  Göründüğü her sahne hafızalara kazanır.  Bu 88 yaşında rol aldığı en son filminde bile böyle olmuştur.  Kısa sürede tüm aykırılığına rağmen Hollywood’da kabul görmüştür.  Filmlerine bambaşka bir derinlik ve tat katar.  Yönetmenleri ile ilişkisi çok derindir.  Setlerde hep pantolon giyer ve asla görüşlerini paylaşmaktan kaçınmaz.  Kendisi 1999 yılında Amerikan Film Enstitüsü tarafından “Bütün zamanların en büyük kadın oyuncusu” da seçilmiştir. Hollywood bu aykırı kadına hep saygı duymuş ve duymaktadır. 
1942’de film setinde Tracy ile tanışan Hepburn, Tracy’e “Seni beklediğimden kısa buldum” der.  Tracy de ona: “Seni yakında kesip kendi boyuma getiririm” der.  Ve gerçekten de Hepburn bir daha asla Tracy’siz yapamaz.   Birlikte 9 filmde rol alırlar.  İşte size iki zıt karakter dahaJ Entelektüel, idealist ve hırslı bir kadın; doğal, sade ve hoşgörülü bir adam.  Aşklarının gücü belki de bu zırlıtlarından geliyordu.  Ne yazık ki Tracy koyu katoliktir ve evlidir.  Boşanmaya karşıdır.  Hepburn tüm bu engellere rağmen, aşkından ödün vermez.  O döneme göre sıra dışı olan bu ilişki tam da Hepburn’un karakterine uygundur aslında.  Son filmleri olan bu filmin çekimlerinin bitiminden 17 gün sonra da Tracy’i kaybeder Hepburn.
 

Filmin yapımcı ve yönetmeni Stanley Kramer de Hollywood’un en başarılı ve liberal yönetmenlerinden biridir.  Filmin çekildiği dönemde ABD’nin 17 eyaletinde ırklar arası evlilikler hala yasaktır.  Ve bu eşsiz yapıt naif bir şekilde gündeme getirir bu kritik konuyu usta oyuncularıyla… Tracy’nin bu filmde yer alması adeta bir görev gibidir.  Tracy son seslendirmesinden dönerken kalp krizi geçirerek hayata veda eder.  Ölümünden 2 gün sonra Virginia eyaletinde ırklar arası evlilik için yasal düzenlemeler başlar.  Ve film gösterime girdiğinde artık tüm eyaletlerde ırklar arası evlilik yasal hale gelmiştir. Filmin son sahnesinde Tracy’nin gerçek aşk temalı 8 dakikalık konuşması ise kült olarak sinema tarihine geçer.  Öyle etkileyicidir ki, Hepburn; Tracy’nin artık yaşamının sonuna geldiğini ve son filmi olduğunun da bilinciyle, o karede kendi aşklarından da pay bularak, gerçekten ağlamaktadır.  Hepburn bu son filmlerinin tamamını izleyememiştir.  Bunu kaldıramamıştır. Hatta o dönem Spencer Tracy o kadar hastadır ki, film ekibini ikna etmek için hem Katharine Hepburn hem de yönetmen Stanley Kramer kendi ceplerinden film için bütçe ayırmıştır. 

Film eğlenceli müziğiyle bir uçağın havada görüntüsü ile başlar.  Arka fondaki şarkı Billiy Hill'in “Aşkın Görkemi (The Glory of Love)” şarkısıdır.  Mutluluk dolmamanız inanın imkânsızJ Hele ki tatlı eğlenceli Joey ile ciddi görünümlü sempatik John çiftinin müziğimiz eşliğinde havaalanından ayrılışınızı gördüğünüzde… Bindikleri taksinin şöforü aynada çiftin öpüştüklerini gördüğünde şok olur.  İşte filmimize dair ilk ipucu… John aile ile emrivaki ile tanışacağı için sıkıntılıdır; ama Joey ailesinin sorun etmeyeceğinden emin olduğunu söyler.  Ve çift eve doğru yola çıkar.  John ile ilk olarak evin emektar çalışanı siyahi Tillie tanışır.  İki siyahî tokalaşır.  Tillie çok gerilir: “Irkımdan birinin haddini aşması hoşuma gitmedi” der.  Joey ise “Seni hep sevdim ve sen de onun kadar siyahsın.  Seni sevmem normal de onu sevmem mi garip” der.  Söz konusu sevgi olunca bu söylenilen mantıklı değil de ne…
Bu arada ev inanılmaz güzel.  Hele o eşsiz teras manzarası…
 
Filmde Hepburn'ün kızı rolünü oynayan Katharine Houghton gerçek hayatta Katharine Hepburn'ün yeğenidir.  Houghton'ın bu, ilk sinema filmidir.
Joey’nin annesi Catherine’in, John ile tanışma anı çok ama çok komikJ  Catherine büyük bir şok geçirmesine rağmen, kızını üzmemek adına duygularını belli etmemeye çaba gösterir.  Yine de John durumu anlar.  O da minik esprilerle ortamı yumuşatmaya çalışır.  Asıl efsane sahne ise John’nun Matt’den (Joey’nin babası-Spencer Tracy) durumu anladığında aldığı tepkidirJ  Gerçekten sesli gülmüştüm bu sahnede. 
 
 
  
 
Matt’in çaresizce eşi Catherine’e bakması ve bakışlarının konuşması.  İki efsane oyuncu… Kendisi de Oscar ödüllü büyük oyuncu Sidney Potier (John’u oynayan kişi) , efsane iki oyuncu Katharine Hepburn ve Spencer Tracy karşısında oynamaktan o kadar heyecan duyar ki, set boyunca ikili ile sahnelerinin öncesinde boş sandalyelerle defalarca prova yaparJ

Drayton çifti inanılmaz endişeli olmalarına rağmen kızlarını üzmemek adına o kadar nazik yaklaşırlar ki duruma, hayran kalırsınız.  Zaman zaman dönen ince espriler de çok keyiflidirJ  Drayton çifti görüşlerini bildirmek için zaman ister.  Sorun John’un bu akşam iş için New York’a, ertesi gün de İsviçre’ye gidecek olmasıdır.  Ama esas sorun çiftin birkaç hafta içinde Cenevre’de evlenip yaşama kararı almış olmalarıdır.  Dolayısıyla Joey ailesinden bu akşam net bir cevap beklediğini söyler.  Matt yine Catherine’e bakar :D  John da aslında Drayton çifti kadar saygılı ve anlayışlıdır. Öyle ki çiftle özel olarak konuşarak; eğer onay vermezlerse Joey ile evlenmeyeceğini söyler.  Her ne kadar Joey ailesi ne derse desin evleneceğini söylese de… John, Joey’nin ailesi ile ilişkisinin bozulmasını istemez.  Aile bu konuşmadan sonra biraz da olsa rahatlar.  Bir taraftan kızlarına ırkçılığın kötü bir şey olduğunu öğrettiklerini ama diğer taraftan zenci bir adamla evlenme demediklerini bilirler aslında… Drayton çiftinin çaresizlikleri çok tatlıdırJ Film boyunca Katharine Hepburn’un gözleri hep yaşlıdır.  Bu da performansına inanılmaz bir derinlik katmaktadır.  Matt ne kadar endişelense de, John’un işine olan saygısından ve işinde başarısından dolayı, ona hayran olmaktan kendini alamaz. 
Olaylar hızlı gelişiyor derken, Joey, John’un ailesini de akşam eve yemeğe davet ederJ Matt duyunca çıldırır.  Vee Monsenyör Ryan eve gelir.  Kendisi Matt’in en yakın arkadaşıdır.  Din adamıdır ve çok sempatiktir.  Nişanlı çiftimiz karşısında hiç şaşkınlığa uğramaz, hatta ırklar arası evliliğin çok çaba gerektirdiğinden olsa gerek çok da başarılı olduğunu söyler.  Drayton çifti biraz da olsa rahatlar.  Catherine onu ortamı yumuşatması için yemeğe de davet eder. 
 
Vee John’un ailesini Joey ve John havaalanında karşılar.  Aile tabi ki şok olurJ John'un ailesinde de anne yapıcı bir role sahiptir; oğlunu mutlu görmek kadını da mutlu etmiştir.
 
Matt film boyunca kızını düşündüğünü ve Catherine’e bu evliliğin hata olduğunu söyler.  Catherine ise bu aşkı desteklemektedir, Matt’e onlara olumsuz yanıt vermenin bir hata olacağını söyler ve daima kızının yanında olacağını söyler. 
Stanley Kramer olay örgüsünü akıcı bir şekilde kurmada oldukça başarılı bir yönetmendir.  Sahne geçişleri gerçekten de çok dinamik ve renklidir.  Film %90 sadece evin içerisinde geçmesine rağmen sizi asla sıkmaz.  Akıcı diyaloglar sizi asla sıkmaz.  Yakın çekimler sizi asla sıkmaz.  Aksiyonsuzluk sizi sıkmaz.  İşte böyle bir film benim için gerçek bir filmdir.
Matt muhteşem konuşmasıyla filmin sonunda hepimizi şaşırtır.  İşte Katherine Hepburn tam da bu sahnede gerçekten ağlamaktadır. 


 
 
Film aslında çocuklarına  ve aşka son derece saygı duyan iki ailenin hikâyesi… Ailelerin çocuklarını seviyor olması tabi ki doğal bir durumdur.  Fakat her aile çocuklarına saygı gösteremez.  İşte bireyi birey yapan da, karakterini şekillendiren ve güçlendiren de ailesinin ona duyduğu saygı değildir de nedir?
İşte size muhteşem bir bilgi daha vereceğim ki hayretler içerisinde kalacaksınız :D
John, babasına Joey’nin çocukları olursa, ABD’nin ilerde başkanı olacağını ve bu yönetimlerinin çok renkli olacağını hissettiğini” söyler.  Ve işte gerçek!
Bu filmden tam 7 yıl önce, zenci ekonomi öğrencisi Barack Obama ve beyaz antropoloji öğrencisi Ann Durham âşık olur ve evlenirler.  Aynı filmdeki Joey ve John karakterleri gibi ikili de Hawaii’de üniversitesinde tanışmıştır! Çiftin 2008 yılında bir oğulları olur: Barack Obama.  VE 2008 YILINDA BARACK OBAMA ABD CUMHURBAŞKANI OLUR! Peki, buna ne diyorsunuz arkadaşlar?  Obama'nın başkan olacağı doğduğunda mı belliydi yani?

 
 

 
 
 
Bence bu bilgiyle noktalayalım…
Umarım siz de benim gibi büyük bir aşkla izlersiniz bu filmi….

 
THE GLORY OF LOVE

"This is a song I've been singing for a long time.
It's like an old friend.
But, you know, I think it,
it's only recently that I discovered what it's really about."

You've got to give a little, take a little,
and let your poor heart break a little.
That's the story of, that's the glory of love.

You've got to laugh a little, cry a little,
until the clouds roll by a little.
That's the story of, that's the glory of love.
As long as there's the two of us,
we've got the world and all it's charms.
And when the world is through with us,
we've got each other's arms.
You've got to win a little, lose a little,
yes, and always have the blues a little.
That's the story of, that's the glory of love.
That's the story of, that's the glory of love.

Billy Hill
 























Kaynaklar:
www.imdb.com
www.wikipedia.com
www.beyazperde.com






 

 
 

 
 
 
 



 





 
 




 




 

 
 
 

22 Aralık 2017 Cuma

MASUMLAR


Orijinal film adı: INNOCENTS

IMDB: 7,9 / 10

Tür: Korku

Süre: 100 dk.

Renk: Siyah, beyaz

Yapım yılı: 1961

Ülke: İngiltere

Yönetmen: Jack Clayton

Oyuncular: Deborah Kerr, Martin Stephens, Pamela Franklin, Megs Jenkins, Michael Redgrave.
  
Favori Diyalog (Quote of the film):


 

 

 

 “Oh bak, çok tatlı bir örümcek ve bir kelebek yiyor”


Selamlar!
İşte en sevdiğim filmlerden biri.  Hollywood yönetmenleri de çok sevmiş olmalı ki Nicole Kidman’ın filmi olan “Others (Diğerleri) bu filmden öykünmüştür.  Film, aynı zamanda Martin Scorsee’nin de en iyi bulduğu 11 korku filmleri arasındadır.  Hatırlarsanız “Diğerleri” atmosfer itibariyle son derece bunaltıcı, karanlık ve mistiktir.  Ve tabi ürkütücü. 

Bu filmimizde de mum ışığında karanlık malikânede gezinti çokça mevcut.

Şato ve malikânelerde geçen filmlere bayılırım, hele bir de konu ve oyuncular iyiyse tadından yenmez.  Bu filmimiz de öyle olmasına rağmen, o yıllarda maalesef hak ettiği övgüyü alamamıştır. Bu konuyu aşağıda birazdan açacağım.  Ama önce konu:)

 
Konu:
Film Kraliçe Victoria dönemi İngiltere’sinde geçmekte.  Yani kabarık eteklerin ve kadınların saçlarındaki topuzların ve şapkaların eksik olmadığı muhteşem dönem:) 
Miles ve Flora öksüz ve yetim kalmış iki kardeştir. Tek akrabaları ise oldukça varlıklı olan amcalarıdır.  Gezmeyi seven; düzenli bir ev hayatı olmayan aristokrat amca, çareyi çocukların tüm bakımını üstlenecek bir dadı aramakta bulur.  Bu esnada gelişimlerine daha uygun bulduğu için çocukları Bly adında ıssız bir köyde bulunan malikânesine yerleştirir.  Flora malikânede yaşarken; Miles ise şehirde yatılı okula devam etmektedir.  Malikânede sadece baş kâhya Grose, temizlikçiler ve aşçı bulunmaktadır. 
Bayan Giddens’ın dadı olarak ilk işi olacak olmasına rağmen,  başvuru mektubu ve kadının kendisinden de etkilenmesiyle, amca görevi hemen ona verir ve hiçbir konuda ona danışmadan ve rahatsız etmeden inisiyatif alarak ilerlemesini ister. 
Giddens eve yerleştikten sonra eski dadı Jessel’in intihar ederek öldüğünü öğrenir.  Öğrendiği sırlar bununla da kalmaz.  Jessel’in evin uşağı Quins ile ilişkisi vardır.  Quint, Jessel’in ölümünden önce; bir gece, kaza sonucu ölmüştür. 
Giddens zamanla çocuklarda da bir gariplik fark etmeye başlar.  İkisi de yaşına göre oldukça olgun ve birbirlerine çok yakındır.  Sürekli fısıldaşır ve birlikte vakit geçirirler. 

 
 
Çok geçmeden Giddens malikânede kadın sesleri duymaya başlar.  Bir süre sonra da Jessel ve Quins’in hayaletlerini görmeye başlar.  Giddens, Kâhya Grose’tan bu çifte dair bilgiler elde ettikçe, çiftin amacının çocukların bedenini ele geçirerek yeniden birlikte olmaya çalıştığını anlar ve çocuklar için mücadele etmeye başlar.  Çocuklar ise ısrarla hiçbir şeyden haberi olmadıklarını söyleyerek; hayaletlerin varlığını görüyor gibi olmalarına rağmen gelişmeleri sürekli inkâr eder.
Çocuklar gerçekten masum mudur? Yoksa her şeyin farkında olup ruh ve bedenlerinin ele geçirilmesine izin mi vermektedir?  İşte izlerken kendinize sormanız gereken kilit sorular.

Bilgi ve görüşler (SPOILER ALERT!! – Filmi izledikten sonra okumanızı öneririm!)
Film, ufak Flora’nın acıklı “yalnızlık ve ölüm” temalı bir şarkı söylemesiyle başlayıp sizi daha baştan içine alır.  Ardından mis gibi kuş sesleriyle dua eden ve ağlayan bir kadının ellerini görürsünüz.  Huzur ve acı bir arada... 
 Derken dadı Giddens’ın (Deborah Kerr) acı dolu güzel yüzü ekranda görünür.  Kadın içinden: “Çocukları korumak istiyorum, onlara zarar vermek istemiyorum, onların şefkate ihtiyacı var” der.  Yine ufak nüanslarla size baştan ipucunu veren bir yönetmenle karşı karşıyayız.  Giddens masum yüzüyle 1-0 önde başlar.
Amcanın mülakat sırasında Bayan Giddens’a sorduğu ilk soru da ilginçtir: “Hayal gücünüz nasıldır?”  Amcanın bu soruyu sormaktaki amacı başka olsa da, film yine Giddens hakkında ipucu verir bize aslında.  Giddens’ın hayal gücü çok geniştir. 
Bayan Giddens’ın başvuru mektubunda amcayı etkileyen cümlesi ise “Çocukları her şeyden çok severim” olmuştur hatırlarsanız.  Giddens neden çocukları her şeyden çok sever sizce?  Çünkü çocuklar “masumiyettir” , kirlenmemiş, saf varlıklardır.  Tıpkı Giddens’ın olmak ve oldurmak istediği gibi. 
Malikâneye girer girmez Giddens eve âşık olur.  Evin her yanına vazolarca bezenmiş 'beyaz güller' e koşar önce.  Beyaz gül neyi simgeler peki?  Beyaz gül Viktorya döneminde, el değmemiş güzellik, saflık, “masumiyet” anlamlarını sembolize eder. 
Giddens güllere saldırır ve yapraklarını dağıtır.  Bana kalırsa Giddens koyu Katolik bir kadın olduğu için eline erkek eli değmemiş, kendini erkeklerden sakınmış bir kadın.  Saflık onda bir takıntıdır. 
Aslında kâhya Grose da ilginç bir detay veriverir:) Giddens’a iltifat etmeye çalışırken birden: “Efendimiz genelde burada çalışması için kendi gibi hep ilginç tipleri seçer” der.  Aslında Giddens’ın tıpkı önceki dadı Jessel ve kâhya Quins gibi normal olmadığına dair içgüdüsel bir göndermedir bu bence.
Giddens ilk günden itibaren rahatsız edici bir şekilde çocukları izler ve onları sürekli sorularıyla boğar.  Giddens için saflığın simgesi olarak kabul ettiği çocuk kalıbı, bu çocuklara hiç uymamaktadır.  Çocukların ikisi de olgundur; çocuksu yanlarının yanında bir yetişkin gibi iltifat etmesini hatta küfretmesini de bilirler.  Kadın çocukların ruhlarının Quins ve Jessel tarafından ele geçirildiği düşüncesinden sıyrılamaz.  Bana göre, Grose’un anlattıklarını takip ettikçe bu durumun açıklaması da makuldur.  Çocuklar bir anne-baba şefkatine aç olduğu için zamanında onlarla ilgilenen Jessel ve Quins ile çok vakit geçirir ve ister istemez tutumları da bir yetişkin gibi olur.  Miles film boyunca Giddens’a bir yetişkin edasıyla iltifat eder.  Kadın bundan rahatsız olmuş gibi gözükse de (çünkü Miles içinde Quins’in barındığını düşünür), bu iltifat bir çocuk bedeninden geldiği için kendini güvende hisseder ve hatta bence hoşuna da gider.  Hatırlayın; Miles ona iyi geceler deyip dudağından uzunca öper.  Kadın irkilir gibi görünür.  Filmin sonundan da hatırlayacağınız gibi, aslında (bence) bakire olan Giddens bundan son derece hoşlanmıştır.  Öyle ki ölü Miles’ a bu şekilde veda eder.  Aslında Miles’ın bu tavrının da açıklaması son derece net.  Grose, Jessel ile Quins’in ilişkilerini hiç sakınmadan çocukların önünde bile yaşadıklarını utanarak itiraf eder.  Buradan çocukların bu çiftin öpüştüğüne çokça şahit olduğunu düşünebiliriz.  Ve bir adama hayran olan çocuk aklıyla; Miles için bu hareket, cinsellikten ziyade sevdiğin ve beğendiğin insana karşı gösterdiğin bir jesttir aslında.
 
Peki, Giddens kimdir? Sadece kadının koyu bir Katolik olduğunu, bir papazın kızı olduğunu ve daha önce hiç mürebbiyelik-dadı tecrübesi olmadığını biliyoruz.  Bu kadın-orta yaşlı bir kadın- daha önce ne yapmıştır? Neden çocuk konusu bu derece takıntıdır kendisinde?  Daha bunun gibi milyonlarca soru çıkarabiliriz kendisine dair.  Ama özellikle malikâneye girdiği anda geçmişi neden sürekli sorgular, neden sürekli eski dadıyı öğrenmek ister?

Bana göre (diyeceğim çünkü siz başka şekilde düşünebilirsiniz): Zamanla çocuklar Giddens’ın deli olduğunu fark eder aslında.  Birbirleriyle sürekli fısıldaşmaları da bu nedenledir.  Hatta Giddens’a eğlenmek için oyun bile oynarlar hatırlarsanız.  Miles’ın pencereden yukarı baktığı sahneyi hatırlayın.  Bu olay Giddens’ın elini güçlendirir.  Miles’ın Quins’in hayaletini gerçekten gördüğünü ve sakladığına dair kendince emin olur.  Ama çocukların sorulara verdiği cevaplar aslında ne kadar da ustacadır (Capote’nin sihri) Çünkü yine her iki tarafa da çekebilirsiniz.  (Giddens’ın hayal ürünü vs. Çocukların ele geçirilmiş ruhları) 
 Flora, Miles’a göre daha hassas ve zayıf olduğundan Giddens’ın itiraf ettirme baskılarına dayanamaz.  Miles ise daha güçlü bir çocuktur.  Kadını tiye alarak baskılarını örtbas etmeyi çoğu zaman başarır.  Filmin sonunda ise artık dayanamaz ve kadının suratına onun deli olduğunu haykırır.  Ama Miles her şeye rağmen yine de masum ve zayıf bir çocuktur.  Bence Giddens’ın ısrarcı tutumu çocuğun sonunda korkudan ölmesine yol açar.   (Bu arada çocuk gerçekten muhteşem bir oyunculuk sergiler) Çocuğun Quins’in adını ilk defa haykırdıktan sonra ölmesi, adamın çocuğun bedenini terk ederken ruhunu da alıp gitmesi olarak da algılanabilir. 
 
Kâhya Grose olanlara engel olabilirdi, neden sürekli dadıyı destekledi diye düşünebilirsiniz.  Grose, deneyimli bir kâhya olsa da son derece cahil ve etki altında kalan bir kadındır.  Diyaloglarına dikkat ederseniz, her ne kadar Giddens’a destek oluyormuş gibi görünse de aslında Grose başından beri çocukların masumiyetine ve onların tüm söylediklerine inanır ve bu şekilde de ifade eder film boyunca.
Bu filmde sanat kesinlikle diyaloglarda yatıyor...Diyaloglar o kadar ustaca işlenmiştir ki film size hiçbir renk vermez.  Çocuklar gerçekten ele mi geçiriliyor? Yoksa Giddens tüm bunları kurguluyor mu?
Çekimler de, o döneme göre yine farklı ve ustaca geçişler barındırıyor.  Deborah Kerr (başrol oyuncumuz) ve çocuk oyuncuların performansı gerçekten çok etkileyici.  Fakat ilginçtir ki; bence bu filmin yıldızı olan Miles karakterini canlandıran minik aktörümüz Martin Stephen, bu filmden sonra oyunculuğu bırakmış ve ileride bir mimar olmuştur.  Flora karakterini canlandıran Pamela Franklin ise “Nanny-Dadı (1965)” gibi ünlü filmlerle yine karşımıza çıkmaya devam etmiştir.
Bir 1898 Henry James romanı olan “Masumlar”,  bu yıldan itibaren defalarca tiyatroya, televizyona, sinemaya,  bale ve operaya bile uyarlanmıştır.  Hatta bir TV uyarlamasında ünlü oyuncu Ingrid Bergman oynamıştır(1959).  Ama hiçbirisi 1961 yılında usta yönetmen Jack Clayton’ın yönetmenliğinde beyaz perdeye aktarılması kadar etkileyici ve gerçek bir korku-gerilim tadında olamamıştır.
Filmin senaryosu Truman Capote (Audrey Hepburn’un meşhur filmi Breakfast at Tiffany’s’in – Çılgınlar Kraliçesi -yazarı) ve Edgar Award’a ait.
 

Biraz yazarımız Henry James’ten de bahsetmek gerekebilir.  Metodu ve stili ile aslında ilginç bir yazardır kendisi.  (Bu amca mı diyorsunuz değil miJ) 20.yüzyılın “bilinçakışı-stream of consciousness” hareketinin öncü yazarlarından biridir.  Bu metodu kullanan bir yazar;  karakterden kendini çeker,  yani karakter düzensiz ve süssüz iç konuşmalarıyla duygu ve düşüncelerini bize yansıtır.  Neyse o şekliyle söyler; açıklamaz.  Dolayısıyla böyle bir romanın tonu yalındır ama kurgusu konu endişesi olmadığı için son derece karışıktır.  İşte sevgili Truman Capote’mizin de zorlandığı nokta bu olmuştur:)

Capote’ya romanı senaryolaştırma teklifi gittiğinde, romanı okumadan hemen kabul eder.   Romanı okuduğunda ise hayatının şokunu yaşadığını söyler.  Capote’ya göre Henry James fantastik bir kurnazlık katmıştır romanına: kitapta konu yoktur!  Olaylar sadece gelişir ve akar.  Tüm romanda karakterler tarafından sahne edilebilecek sadece 2 bölüm bulunmaktadır.  Capote’ya göre bu ufak bir çocuğun parmaklarıyla avucundaki suyun dökülmemesini sağlamasıdır- yani bir mucizedir.  Dolayısıyla romanın sahneye etkili bir şekilde aktarılması için Capote’nin senaryoya konu, karakter ve daha fazla sahne katması gerekmiştir.  Bu da, böyle bir teknikte yazılmış bir roman için orijinalliğini bozmadan üstün bir zekâ gerektirir aslında.  Ve gerçekten de filmin diyalogları ile muhteşem bir bilinmezlik örgüsü yaratır!
Deborah Kerr bir röportajında rolü için yönetmenin ondan kesinlikle “mantıklı” (İngilizce “sane”, “insane” i biliyorsunuz deli anlamında kullanırız) bir görüntü çizmesini istediğini söylemiştir.  Romanı detaylı bir şekilde okuyan Deborah’a göre kadın gerçekten de mantıklı ve davasında haklıdır.  Deborah ne düşünürse düşünsün, filmin sonu size ait dostlar. 
Film “En iyi İngiliz Filmi ve En İyi Uyarlama Senaryo” dallarında Bafta ödülü almıştır.  Yönetmen Jack Clayton’a ise en iyi yönetmen dalında “National Board of Review” ödülünü kazandırmıştır.  Jack Clayton’a göre film özellikle sinematografi dalında bir başyapıttır.  Fakat film box office’te beklediği başarıyı elde edemez.  Oscar’a aday bile gösterilmez…Bunun nedeni aslında çok ilginç ve oldukça mantıklıdır.  Henry James denilince insanların aklına mistik ve sonu net olmayan kurgu romanlar gelir.  Okuduktan sonra üzerinde uzun zaman düşündüğün ve zamanla sonuçlandırabildiğin.  Oysaki film usta ve sihirli diyaloglarına rağmen, Deborah Kerr’in özenle altını çizdiği “mantıksallık” yüzünden belki de, kesin bir sonuç göstermektedir: O da, çocukların ruhlarının kötü ruhlar tarafından kullanıldığı.  Deborah Kerr’e göre ise Masumlar dönemine fazla gelen bir filmdir.  Kendi biyografisinde bu filme hak ettiği değeri yeni neslin verdiğini belirtmiştir.  Kerr’e göre insanları rahatsız eden, ruhsal ve gerçek dünyanın birbirine bu kadar yakın resmedilmesi ve garip bir ürkütücülüğünün olmasıdır.  İnsanlar buna nasıl tepki vermesi gerektiğini bilememiştir.  Hâlbuki orijinal tekniklerle (bazı sahnelerde ekranın kenarlarının bir camdan bakıyor izlenimi yaratması için flulaştırılması) bu iki dünya incelikle resmedilmiştir. 
Bana göre ise film, o dönem izleyiciden çok şey beklediği ve izleyiciyi yorduğu için beklediği ve hak ettiği başarıyı alamamış gibi geliyor.  Film sizden sürekli hayal gücünüzü kullanmayı, diyalogları kesintisiz takip etmenizi ve sürekli sorgulamanızı bekliyor. 
Öyle ya da böyle film klasik bir hayalet filmi değil, izleyiciyi, kafasında sürekli bir soru işareti ile heyecanlandıran ve yorumu hayal gücüne bırakan, alışılmışın dışında bir korku filmidir aslında. 

İlginç bir bilgiyi de eklemek isterim dostlar.  Aslında bu filmin bir de tamamlayıcısı vardır: "The Nightcomers (1971) – Gece gelenler".  Bu film ise yeni dadı Giddens’tan önceki öyküyü anlatır bize.  Bir sıralama isterseniz, önce Masumlarla, ardından da bu filmle devam edebilirsiniz.  Nightcomers’ın oyuncu kadrosundan bir ismi söyleyerek de sizi heyecanlandırmak isterim: Baba filminden hatırlayacağınız Marlon Brando! 
Şimdiden o film için de size iyi seyirler dilerim.