6 Nisan 2018 Cuma

SONSUZ ÇÖL


Orijinal film adı: Walkabout

IMDB: 7,7 / 10

Tür: Macera, Dram

Süre: 1 sa. 40 dk.

Renk: Renkli

Yapım yılı: 1971

Ülke: BR, AUS

Yönetmen: Nicolas Roeg

Oyuncular: Jenny Agutter, David Gulpilil, Luc Roeg


Favori diyalog (Quote of the film):










Selamlar!

Evet biraz kafa karıştırıcı, esrarengiz ama ilginç bir film ile karşınızdayım bu hafta. Bir çoklarına göre filmin uyarlandığı orijinal romanı okuyup filmi izlemek daha anlaşılır olsa da, bana kalırsa romandan bağımsız yönetmenin bize anlatmak istediklerini onun "tarzını" benimseyerek kavramak çok daha eğlenceli ve keyifli.

Edward Bond'un romanından uyarlanan film; her ne kadar uzun, sessiz ve "basit" görünse de, tahmininizin ötesinde bir güce sahip.
Bu filme bir şiir demek daha doğru olur bu bakımdan. Bunda yönetmen Nicolas Roeg'un kariyerine yönetmen olarak değil de sinematograf olarak başlamasının da etkisi büyük. Filmde Roeg adeta doğayla şiir yazıyor. Bir şiir nasıl kelimeleri alır ve kafiyeleri kullanarak bir ritim yaratırsa; filmde de Roug bize meditasyon etkisi yaratacak kadar uzun doğa görüntülerini kelime olarak sunarken, kafiye ve ritim olarak da birden ve ard arda değişen kareleri kullanıyor. Nasıl şiirde kelimelerin ardında derin anlamlar bulabiliyorsak; filmde de değişen onlarca kare ve görüntü bize çok farklı anlamlar sunmakta. Zaten filmimiz de çok dokunaklı bir şekilde bir A.E.Housman'ın "şiiri" ile bitmekte. Bu şiire de yazımın sonunda yer vereceğim.


Nicolas Roeg
Yukarıda anlatmak istediğime bir örnek verirsem bence daha iyi netleşecektir sizde:
Mesela; filmde aborjin genç erkek ile İngiliz genç kız cinselliği bilmeseler de doğaları gereği birbirlerine ister istemez bu yönde bir çekim duyar. Bunu; ikili akşam birlikte vakit geçirirken yanlarında bulunan birbirine dolanmış insan ayaklarına benzeyen bir ağaç görüntüsünden çıkarırız! İşte şiirdeki kelimelerin ardında yatan anlamlar derken bunu kastettim. Filmde de her bir görüntünün bir derin anlamı bulunmakta. Sembol ve metaforlarla dolu filmi sadece 1 kere seyretmeniz yeterli olmayacaktır haliyle. Ama emin olun her seyrinizde daha farklı bir keyif alacaksınız.

Roeg'un doğa yüklü semantik anlatım şekli aslında film boyunca hakim. Dolayısıyla kendinizi Avustralya'nın uçsuz bucaksız vahşi görüntüleri karşısında bir rüyada gibi hissetmemek mümkün değil. 

Sinema eğitimi almamış olmasına rağmen, bahsettiğim gibi kariyerine kameraman ve sinematograf olarak başlayan Roeg, ünlü yönetmenlerle çalışma fırsatı yakalar. Bunlar arasında David Lean (Arabistanlı Lawrence filminden hatırlayabilirsiniz), Roger Corman, Jules & Jim filminden hatırlayacağınız François Truffaut, ve John Schlesinger geliyor.  Roeg'un ilk yönetmenlik deneyimi de bu filmimizle başlar. Ve kendisi farklı sanat diliyle İngiliz sinemasının önemli isimleri arasına girmeyi başarır. Bu filminde yönetmen olmasının yanısıra sinematograf ve aynı zamanda "kameraman" olarak da çalışır. Filmin bir şiire dönüşmesi de bu sebeptendir bence. 

Filmin özgün müziğini ise James Bond'un 11 meşhur film müziğinin de bestecisi olan İngiliz müzisyen John Barry bestelemiştir. Bildiğiniz de üzere Bond filmlerine stil katan unsurlardan biri de farklı ve özgün müziğidir. Bu filmde de Barry bu farklılığı yaratmıştır. Hatta bence filmin müziği enteransılığıyla da oldukça farklı:)


John Barry (1933-2011)
Filmde küçük beyaz erkek çocuk rolünde izlediğimiz minik, Roeg'in öz oğludur:) Ve çok da başarılı bir performansı vardır. Yetişkin olduğunda babasının filmlerinin (Aria, 1987) yardımcı yapımcısı olarak kariyerine başlayan Luc Roeg, bu alanda da devam etmiştir kariyerine. 

Luc Roeg (Lucien rolünde, 1971)
Filmde aborjin rolüyle izlediğimiz Avustralya'lı David Gulpilil'in ise beyaz perdede ilk görünümüdür ve tek kelime İngilizce bilmiyordur:) Aktör ve yazar olarak kariyerine devam eden Gulpilil, Avustralya sinemasının aranılan oyuncularından biri olmuştur. 

Walkabout (1971)

Richard Chamverlain & David Gulpilil, The Last Wave (1977)

Scott Glenn & David Gulpilil, The Leftovers (2014)


John Jarratt & David Gulpilil, Dark Age (1987)
Ve gelelim abla rolünde izlediğimiz güzeller güzeli Jenny Agutter'e. 

Jenny Agutter
Kariyerine 12 yaşından itibaren Walt Disney filmlerinde yer alarak başlayan Agutter, ilk büyük çıkışını 1970'de yer aldığı "Demir yolu Çocukları" filmiyle yapar. 

Demiryolu Çocukları (1970)
Ardında da "Walkabout" filmindeki başarılı performansıyla Hollywood tarafından fark edilir. 1971'de Richard Harris'le baş rolünü paylaştığı "Beyaz Kuğu" filmindeki rolüyle de Emmy ödülü sahibi olur. 

Beyaz Kuğu (1971)
Önemli filmleri arasında  Michael Caine ve Donald Sutherland ile yer aldığı "The Eagle has Landed (1976)" , "Demir Maskeli Adam (1977)",ve Richard Burton ile yer aldığı "Equus (1977)" filmleri vardır. 

The Eagle Has Landed (1976)

Jenny Agutter & Richard Chamberlain, Demir Maskeli Adam (1977)

Peter Firth & Jenny Agutter, Equus (1977)
Yine fazla uzatmadan konuya geçelim derim ben:)

Konu:

Avustralya'nın ıssız çöllerinden birine arabalarıyla piknik yapmaya gelen genç bir kız ve küçük erkek kardeşi korkunç bir olay yaşayarak çölün ortasında tek başına kalakalır. Neden olduğu anlaşılmadan babaları bir anda delirir ve çocuklar üzerine ateş etmeye başlar! Bunu oyun zanneden minik çocuk gülerek babasına su tabancasıyla karşılık verirken, ablası durumu anlar ve ona siper olarak kayaların ardına gizlenir. Çocuklar görüş alanından çıkınca da deli baba arabasını ateşe verir ve kafasına sıkarak intihar eder.

Yanında biraz yiyecek, matara, örtü ve radyo kaçırabilen kız, durumun ciddiyetini kardeşine sezdirmemeye çalışarak, çölde birilerini bulma ümidiyle güneş altında yürümeye başlar. Fena geçmeyen ilk gecenin ardından yemekleri ve suları da tükenince iki kardeş çaresiz bir duruma düşer. Tam da bu esnada hayatlarını kurtaracak olan bir aborjin gençle karşılaşırlar. Dillerini anlamayan ve insanlara tamamen yabancı olan bu aborjin, yüksek tabaka bir aileden gelen İngiliz asıllı bu çocukların hayatlarını nasıl değiştirecektir?
Keyifli seyirler dilerim!

Bilgi ve yorumlar (SPOILER ALERT – Filmi izledikten sonra okumanızı öneririm!)

Filmimize adını veren "Walkabout" yani Türkçesi "Çöl Gezintisi" nedir, bence ilk olarak onu anlayarak ve öğrenerek başlayalım filmimize. Avustralya'da erkek çocukları 16 yaşına geldiklerinde, gelenekleri gereği evlerinden ayrılarak doğaya karışırlar. Böylelikle vahşi doğanın içerisinde aylarca tek başına yaşamını sürdürmek zorunda bırakılır gençler. Doğanın meyvelerini yer ve avlanarak hayvanların etinden faydalanırlar. Hayatta kalmak zorundadırlar. Bunun için kendi cinsinden birini dahi öldürme hakları dahi vardır. İşte aborjinlerin hayatla tanışmasını sağlayan bu zorlu yolculuklarına "Walkabout (Çöl Gezintisi)" adı verilir. 

Film bir binanın tuğla yan cephesine odaklı bir şekilde John Barry'nin rahatsız edici müziğiyle başlar:) Bu duvar bize metropol yaşamdaki engelleri hatırlatmaktadır sanki. Ardından görüntü Sydney sokaklarına çevrilir. Sokakların kalabalıklığı ve insanlardaki telaşı diz hizasındaki görüntüleriyle algılarız. Binalar ve ayaklar. Ayaklar ve binalar...



Ardından sokakta yürüyen bir adam, bir sınıfta nefes dersi alan genç bir kız, ve kalabalıklar arasında üniformalı minik bir erkek çocuğuna yoğunlaştırır bizi görüntüler. Bu 3 kişinin ana karakter olduğunu anlarız. Arkada siren sesini andıran müzik gerçekten iticidir:)

Derken duvar karşımıza yeniden çıkar. Ama bu sefer bizi bir çöl manzarasına doğru kaydırır. Bu çöl de ne alaka dersiniz...



Bu haliyle film biraz Bergman filmlerini çağrıştırır. Filmin başında filme dair ip uçları verir bize birbirinden alakasız görüntülerle Roeg. Aykırı bir film izleyeceğinizi o zaman anlarsınız.

Ve hikaye artık başlar. Çocuklar (genç kız ve minik erkek) evlerine dönmektedir. Evleri havuzlu ve deniz manzaralı harika bir apartman dairesidir. Odaklatıldığımız adamın da babaları olduğunu anlarız. Filmin başında kesik kesik verilen karelerden adamın sürekli çalıştığı binaya bakarak derin düşüncelere daldığını da görürüz. Adamın düşünceli hali evinde de devam eder. Derin derin düşünerek havuzda yüzen çocuklarını izler uzunca. Mutfakta yemekle uğraşan (daha doğrusu meyvelerle uğraşan) bir anne de vardır ama tek kelime etmez. Zaten kadını da film boyunca bir daha da görmeyiz:)




Sahne birden çölde bir arabaya geçer. Arabada çocuklar ve baba vardır. Kısa diyaloglarından piknik yapmaya gelmiş olduklarını anlarız ama mekan olarak çölü seçmeleri de ilginç gelir. Adam duran arabada işiyle ilgili bir şeyler yazar ve okurken; genç kız adap dersleri dinler el radyosundan. Buradan ailenin İngiliz gelenek ve göreneklerine katı bir şekilde bağlı olduğunu anlarız. Baba aşırı sevimsizdir ve çocuklarını da pikniğe götürmesine rağmen onlara karşı iticidir de. Genç kız mutsuz görünmektedir. Minik erkek ise çevresinden habersiz kendince eğlenmektedir. Adam sonunda tek bir cümle eder ama o da adapla ilgilidir yine: "Lütfen ağzın doluyken konuşma oğlum." Çocuğa dönen adamın burnu belirgin bir şekilde kırmızıdır. 
Ailenin bu durumuna anlam veremezsiniz. Bir şey olacak ama ne diye beklersiniz çünkü arabada benzin göstergesi de sıfırlanmıştır. Ama inanın bu olacakları ben de hiç ama hiç beklemiyordum.

Kız bagajdan piknik malzemelerini indirirken gözümüze benzin bidonu ilişir. (Yalnız ilk izlemenizde üzgünüm ama bunu zor fark edeceksiniz:)) Adam da bidona doğru bakar ve adeta kızın fark edebilme ihtimalinden rahatsız olur. Minik erkek çocuk elinde su tabancasıyla "bang bang" diyerek koşarak uzaklaşır ve oynamaya başlar. Kız da piknik sofrasını hazırlamaya koyulur. Adam bazı minerallerin listelendiği bir kağıda bakar ve ardından haritada bazı yerler işaretler. Ama neler olup bittiğini anlayamayız. 
Adam dürbünle minik çocuğunu izlemeye başlar. Derken şok edici sahne başlar. Adam birdenbire tabancasıyla oğluna ateş etmeye başlar! Bunu oyun zanneden çocuk da kaçmaz ve babasına kendi tabancasıyla "bang bang" diye karşılık verir. Durumun ciddiyetini fark eden ablası koşarak oğlana siper olur ve onu kayaların ardına saklar. Minik çocuk hala bir şey anlamaz ve oyun olduğunu düşünmeye devam eder. Adam çocuklarına ortaya çıkmaları için bağırır. Cevap alamayınca da arabasını benzinle yakar ve ardından kafasına tek kurşun sıkarak intihar eder!


Burada babanın bunu neden yaptığı bize anlatılmaz. Verilen ip uçlarından da çıkarmak oldukça zor. Hatta bir daha bu sahneye dair bir bilgi de elde edemeyiz. Adam madenlerle ilgili bir dava üzerinde mi çalışıyordur? Cidden bilinmezlik...Sadece ilerleyen sahnelerde babanın kırmızı burnunun açıklamasının sarhoş olması olduğunu anlarız. Baba işi dolayısıyla bir şey yaşamış, içmiş ve cinnet geçirmiştir diyebiliriz sanırım. Ama diğer yandan bir diğer rahatsız edici durum da genç kızın bu durumu yadırgamadan soğukkanlılıkla olay yerinden hızlıca yiyecek, örtü ve radyoyu alıp minik çocukla beraber uzaklaşmasıdır. 



Ve abla-kardeşin çöl ortasında hayatlarını tümüyle değiştirecek olan yolculukları başlar. Sydney sokaklarını izlerken dinlediğimiz rahatsız edici müzik yerine, Barry bize masalsı huzur verici bir melodi sunar...Görüntülerin ve müziğin içerisinde adeta kaybolursunuz.


Genç kızı (aldığı İngiliz devlet okulu eğitimiyle) sessiz, tepkisiz, soğukkanlı, ruhsuz ve tedbirli bir birey olarak iyice yakından tanımaya başlarız. Karşı karşı kaldıkları şok edici olaydan sonra çölün ortasında vahşi hayvanlarla birlikte kalmalarına rağmen, kız inanılmaz soğukkanlı ve disiplinlidir. Bu disiplini sayesinde çölde bir geceyi rahat geçirebilirler. Minik erkek kardeşi ise çok uyumludur. 


Çocukların zor duruma düştükleri bir anda karşılarına ufak bir yeşillik içerisinde meyvelerle dolu bir ağaca ve su kaynağına erişmiş olmaları ise bize Tanrı'nın varlığını hissettirir adeta. Tanrı oradadır ve çocukları korumaktadır...Hatta ağacın dallarında cennet kuşları olduğu sanılan muhabbet kuşları da vardır! Yoksa burası cennet midir aslında?


Minik erkek ise meyveleri zaferle midesine indirirken kendince çok ilginç bir felsefe sunar bizlere. Filmlerde kahramanların başına hep zor durumlar geldiğini ama her zaman bir şekilde kurtulduklarını söyler. Bugs Bunny'nin bile:) Ablasına onların da süper kahraman olup olmadıklarını sorar:) Yani kurtulabilecek midirler? Ablası ise yine tepkisizce "bilmiyorum, umarım öyleyizdir" yanıtını verir. Kız bu esnada tozlanan elbiselerini yıkamaktadır. Kız, bulunduklarında iyi görünme derdindedir. Alışılmışın dışında bir yönetmen olan Roeg, aslında klasik kahraman filmlerini eleştirerek acaba çocukları sonunda öldürecek midir diye endişeye de düşürür. Ben bu endişeye kapılmıştım:)


Ertesi gün çocukların suları ve ağacın meyveleri tükenir. Meyveler bir şekilde harap olmuş, su ise kızgın güneş altında kurumuştur. Doğa onları reddetmiş gibidir. Ne akıllarına ellerinde şişeyi doldurma ne de meyve biriktirmek gelmiştir. Genç kızı ilk defa sessizce ağlarken görürüz. Umutsuz bir duruma düştüklerinde, bir aborjin genç erkekle karşılaşmaları ise onlar için bir kurtuluş olur.


Çocukların elden düşürmedikleri (saçma sapan yayın yapan) radyo ile cenneti andıran doğa tam bir tezat oluşturur. Doğa ve teknoloji. İki zıt olguyu da bize gösterir Roeg...Çocukları bir şekilde medeniyetle buluşturarak mutlu eden radyo, maalesef bir süre sonra dayanamaz ve bozulur. Doğa karşısında teknolojinin çaresizliğine şahit oluruz böylelikle.


Aborjinle çocukların ilk iletişime geçmeleri de ilginçtir. Roeg bize şunu yansıtmak ister: Sosyal normlarla son derece katı bir şekilde donanmış bir genç kız, hiç kendi dilini bilmeyen hatta "İngilizce" bilmeyen bir insan olduğuna inanmak istemez. Israrla ona "su istiyoruz" diye bağırır. "Su kelimesini nasıl bilmezsin su işte su" diye bağırır. Fakat diğer yandan yaşı itibarıyla henüz sosyal normlarla doldurulmamış minik erkek çocuğu ise aborjinle vücut hareketleri ile anlaşmayı başarır. Roeg'in vermek istediği mesajlardan biridir bu "Dil bilimsel" yaklaşım. İngiliz olmalarının altı bu kadar çizilirken, insan merak da ediyor eğer bu çocuklar ingiliz değil de Avustralyalı olsalardı, bu aborjinle nasıl bir iletişimleri olacaktı...Roeg bize İngilizleri de eleştiriyor gibi, ne dersiniz?

"Su!"
Çocuklar aborjinin koruması altına girdiklerinde eğlenceli günler de başlar. Aborjin ırk farkına rağmen çocuklarla anlaşır ve onları kabul etmekte zorlanmaz bile. Onlara karşı anlayışlıdır ve çok iyimserdir. Onlar için sürekli avlanır da avlanır ve onları besler. Avlanırken ve hayvanları keserken, Roeg bize aynı durumun medeniyette yansımalarını da veriverir hızlı akan kasap görüntüleriyle. 




Minik çocuk aborjinle kendi arasında sessiz bir dil bile geliştirir. Hatta ondan kendi dilinde bazı kelimeleri bile öğrenmiştir. Onun yanından ayrılmaz, ava birlikte çıkar, ona yardımcı olur, hatta onun gibi çıplak ayak yürümeye de başlar. Genç kız ise tamamen aborjine "faydacı" bir yaklaşım sergiler. Onu erkek kardeşi ve kendi için kullanıyordur. Roeg, minik çocukla genç kız arasındaki dil bilimsel yaklaşım farkını bize yine gösterir. 




Böyle günler mi geçer, aylar mı bilemiyoruz. Filmde zaman kavramı aborjinle beraber kaybolmuş gibidir. Bu esnada doğaları gereği aborjin genç ile genç kız da birbirlerine cinsel çekim duymaya başlar. Aborjin, kıza karşı oldukça iyimser ve medenidir. Bu medeni tutuma karşı olarak, o esnada meteoroloji alanında bir grupla erkekle çalışan kadına karşı erkeklerin cinsel tutumlarını gösteren bir sahne bize gösterilir. 


Roeg bize ikili arasındaki bu cinsel gerginliği, yazımın başında da belirttiğim insan vücuduna benzeyen ağaç görüntüleri ile şiirsel bir şekilde yansıtır.





Veee o da ne? Bu bizim size instagram sayfamda da bahsettiğim yönetmen Lamorisse'nin "Kırmızı Balon" kısa filmindeki kırmızı balon değil mi?! :)




Meteoroloji çalışanlarından kopup gelen bu kırmızı balona, aynı Lamorisse'nin filmindeki anlamı yüklemeyi uygun buldum: Umut...Zavallı aborjin elinde kırmızı balonu genç kıza umutsuzca bakar...

Genç kız aborjinle aralarındaki çekimi hissettikçe artık yolculuklarının sonuna gelmeyi ve bir yere varmayı umut eder. Sonunda aborjin onları terk edilmiş bir eve götürür. Eve gelmeden ise yolda aborjine bir kadın rastlar. Kadın onunla iletişim kurmaya çalışsa da aborjin kadına pas vermez ve yanından çeker gider. Kadın, abla ile kardeşini de fark etmez o esnada. Belki de etseydi oracıkta bırakacaktı ikili aborjini. Belki de tam da bu yüzden aborjin hızlıca kadını görmezden gelip ikilinin yanına koşar. Buradan aborjin acaba bu iki çocuğun medeniyete ulaşma amaçlarını anlayamadığını mı düşünürsünüz. Ya da anlamış ama üçü beraber keyif aldığını düşünerek duruma müdahale etmemektedir mi? Bu biraz belirsizdir filmde.


Aborjin onları terk edilmiş bir eve getirdiğinde, genç kız medeniyet özlemiyle duygusal anlar yaşar. Aborjinin ona yaklaşımından onun kızı anladığını ve ev özlemini paylaştığı yorumunu çıkartabiliriz. Burada aborjin kendi dilinde kıza bir şeyler anlatmaya çalışır. Kız onu sabit gözlerle izler. Roeg'in burada aborjinin yüzüne ayna vasıtasıyla ışık süzmesi yansıtması çok hoş bir görüntü sunar bize. Çocuğun kalbinin temizliği ve renkleri adeta yüzünden fışkırmaktadır.



Aborjin anlatır da anlatır. Bir ara erkek çocuğunu da gösterip bir şeyler anlatmaya devam etmesi birden size bir ipucu verebilir aslında. Belki de aborjin burada kıza, ben seninle eş olup dilersen erkek kardeşini de büyütmene yardımcı olabilirim demek istediğini çıkarabiliriz. Fakat kız ondan su doldurmasını isteyerek faydacı yaklaşımını devam ettirir. 

Aborjin minik çocuktan yardım isteyerek tekrar ava çıkar. Bu esnada bir araba yoluna çıkıverirler. Çocuk kurtuluş ümidiyle sevinçle aborjine yolu gösterirken, aborjin onu kucağına alıp hızlıca oradan uzaklaşır. Buradan hımmm dersiniz demek ki aborjin onlardan gerçekten de ayrılmak istememektedir ve her şeyin farkındadır...



Aborjin tam bir hayvan avlamışken, o sırada sürünün diğer hayvanlarını tüfekleriyle hunharca vurup yanına alan avcıları görür. Durum karşısında tüm doğa hareketlenir. Tüm hayvanlar çığlık atıp kaçmaya başlar. Aborjin ise doğaya müdahale eden bu tüfekli avcılar karşısında göz yaşlarını tutamaz...



Çocukların yanına mutsuz dönen aborjin onlarla konuşmadan kabuğuna çekilir. Bir süre sonra ise her yanını ilginç bir şekilde boyamış ve giyinmiş olarak evin etrafında dans etmeye başlar. Genç kız bu durumu oldukça korkutucu ve anlamsız bulurken, işin aslı aslında farklıdır. Aborjin kıza kendi gelenekleri çerçevesinde evlenmek için kur yapmaktadır! Fakat haliyle minik erkek çocuk da kız da bu durumu anlayamaz. Elinde sarı çiçekleriyle dans eden aborjinin bu dansı sabaha kadar sürer. 




Sonraki gelişmeler ise çok hüzünlüdür. Kızdan hiç bir karşılık alamayan ve gece boyunca dans eden aborjinin elindeki çiçekleri yere düşürüp yerden alamadığı sahne çok dokunaklıdır:(


Zavallı genç bu durum karşısında yıkılır. Ve bir ağacın altına gidip intihar eder...

Çocuklar genci bulduklarında genç kızın tavrı yine şok edicidir. Kurtarıcıları artık ölmüştür ama kız, kardeşine kahvaltısını düzgün edip etmediğini sorar. Minik erkek daha etkilenmiş gözükmektedir. Veda için ona kalemtıraşını vermek istediğini ama aborjinin alamadığını söyler ablasına...Kızın sadece aborjinin göğsündeki karıncıları temizlediği sahnede bir ümitlenirsiniz acaba bu kızda biraz da olsa duygu kırıntısı var mı diye ama o da hemencecik gelişir ve biter. Çocuklar ölü aborjini ardında bırakıp, çocuğun bahsettiği yola doğru gitmeye başlar.



Filmde Roeg'in ırkçı bir yaklaşımı da vardır aslında. Aborjin genç, sağlıklı, yakışlıklı ve gerçekten çok iyi kalpli biridir. Irk farkı olmasına rağmen de bu iki çocuğa çok sıcak yaklaşır, onların giyimlerine ve her türlü tutumlarına saygı gösterir. İngiliz kız ise yetiştirildiği normlar ve farklı kültür çerçevesinde bu gençle hiç bir şekilde iletişim ve yakınlık kurmaz. Onun kur yapma törenini bile algılayamaz. Ya da algılasa da umursamaz. 

Filmin senaryosu aslında orijinal romanında bu sonu bakımıyla farklılık gösterir. Şöyle ki, romanda çocuklar Amerikalıdır ve uçak kazası sonucu çöle düşerler. Bildiğiniz de üzere burada çocuklar İngiliz. Aborjinin ölümü de farklıdır romanda. Aborjin çocuklardan kaptığı grip virüsü yüzünden ölür. 
Hangi son daha etkileyici diye sormuyorum bile size...:)

Filmin sonuna doğru çocuklar nihayet medeniyete ulaşır ve yardım bekler. Bu esnada kapatılmış bir maden ocağı ve çalışanıyla karşılaşırlar. Bir dakika dersiniz. Ölen babalarının da elinde elementlerle dolu bir liste yok muydu? Acaba ölümünün bu maden ocakları ile ilgisi olabilir mi? Maalesef filmde bu sorunun yanıtı yok. Ama şöyle bir gerçek var Avustralya'da o dönemde. Hatta hala da geçerli. 1970'lerde endüstrileşmeyle beraber, maden ocakları kurulmaya başlanır vahşi çöllerin ve doğanın ortasında. İşte bu durum en çok da walkbout'larına çıkan aborjinleri rahatsız eder. Her ne kadar madenler Avustralya'nın ekonomisinin olmazsa olmazı olurken, ülkenin en eski yerel tarihi halkına da bir yandan zarar vermektedir. Ülke karına karşılık doğanın tüketilmesi...İşte Roeg bize bunu anlatmaya çalışmıştır biraz da.


Filmin sonu ise oldukça rahatsız edici ve dokunaklıdır. Yine şehirde duvarları karşımıza çıkarır Roeg. Medeniyete geldiğimizi anlarız. Yine trafik, insanlar ve karmaşa...


Kamera bu sefer genç bir adama yoğunlaşır ve adamı takip ederiz. O da ne adam, çocukların yaşadığı eve gelir. Ve evde genç kızı görürüz! Artık olgunlaşmıştır. Mutfakta çiğ bir ciğerle uğraşarak yemek yapmaktadır. Genç adam gelir, ona sarılır ve işindeki gelişmeleri anlatmaya başlar. Kızın erkek kardeşi ne yapıyordur bilmeyiz. Peki ya anneleri nerededir? Anladığımız kadarıyla bu ev kıza kalmıştır evet.
Adam anlattıkça kızın düşüncelerini görürüz. Kız, kardeşi ve aborjinle beraber bir gölde yüzdüğünü hatırlamaktadır. O huzurlu günlerine geri döner...Belki de bir çocuk gibi herhangi bir kültürel norma ya da eğitime maruz kalmasaydı, aborjini tercih edecekti diye düşünürüz.
Kızın hayalindeki bu görüntülerin gerçek mi yoksa hayal mi olduğunu anlayamayız çünkü filmde bu görüntüler yoktur. Filmde göl kenarında sadece kızı çırılçıplak yüzerken izleriz. Bu sahneler de filmin en cömert ve aykırı sahnelerinden biridir. Jenny Agutter tamamen çıplaktır ve hoyratça yüzer gölde. Bu sahne çekimlerinde o kadar utanır ki tüm set ekibi alanı boşaltır ve sadece Roeg kalıp çekimleri tamamlar. Çekim bitince de tüm ekip çırılçıplak soyunup göle atlar:)


Belki de son karede genç kadın ideal bir dünyayı hayal ediyordur. Tüm bu medeniyet karmaşasından uzak en sevdikleriyle doğanın içerisinde, çırılçıplak, cinsellikten uzak kardeşçe bir dünya: cennet... Kim bilir? :)



Filmin sonunun bu cennet görüntüleriyle dokunaklı bir şiir eşliğinde bittiğinden bahsetmiştim hatırlarsanız. İngiliz şair Housman'ın geçmiş ve hatıralara ilişkin o güzel şiiri şu şekildedir:


"Kalbimin içinde
Çok uzak bir ülkeden gelen
Öldüren bir esinti var
Bu mavi tepeler de nedir?
Hangi kuleler, hangi tarlalar bunlar?
Burası kayıp mutluluğun toprakları
Parıldayan ovaları görüyorum burada
Gittiğim ve asla geri dönmeyeceğim
Mutluluk yollarını."




Film çocukların çıkardıkları üniformalara odaklanır ve biter.....

Ahhhhhhhh ah...

Keyifle ve sinemayla kalın!


















Kaynaklar
www.imdb.com

2 yorum:

  1. HANİ BAZI MÜZİKLERDE O MÜZİĞİ DİNLEDİM DEYİP DİNLEME-MEZLİK EDEMEZSİNİZ YA ….
    İŞTE “WALKABOUT” DA ÖYLE BİR FİLM

    YanıtlaSil